1001 kuleli şehir Prag

Birçok yazara ilham kaynağı olan Prag, Avrupa’nın en büyülü kentlerinden biri. Asırlık köprüleri, tarihi sokakları, kafeleri, müzeleri, yaldızlı kuleleri ve etkileyici heykelleriyle Orta Çağ’dan kalma bir masal kenti.

 

Herkesin hayalinde bir şehir yaşar. Benim şehrim lise yıllarımda Paris’ti. Hatta düşlerimde Parisli sokak ressamı bir sevgili bile vardı. Ama bir gün Orta Çağ’dan kalma bir “Şato”nun kapısında Kafka ile karşılaştım. Ardından Rainer Maria Rilke çıktı karşıma; “Prag’ı tanımak istiyorsan yüreğinden yani Eski Kent’ten başla” diyordu. Çok sevdiğim Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk yaparken, Prag’da Kafka’nın izini sürüyordu… Anlayacağınız Prag aşkımın ilk tohumları kitap satırlarında atıldı ve yine kitap satırlarında bir tutkuya dönüştü. Çünkü Milan Kundera ile tanıştım. Teresa, Tomas ve Sabina ile birlikte, daha gitmeden adım adım dolaştım Prag sokaklarını; içimizde “Var olmanın Dayanılmaz Hafifliği!..” Yani anlayacağınız, senelerce Prag hayali kurdum ve sevinerek söylüyorum ki, Prag beni hayal kırıklığına uğratmadı.

Avrupa’nın Kapı Eşiği

Şairlere hep güvenmişimdir. Bu yüzden Rilke’yi dinliyor ve Prag’a yüreğinden, Eski Kent’ten başlıyorum. Anlatılanlara göre; Prag “kapı eşiği” anlamına geliyormuş ve şehrin tam 13 tane devasa kapısı varmış. Ayrıca sanat, kültür ve politik anlamda yüzyıllarca Avrupa’ya eşik olmuş. Birçok kültürel, sanatsal ve siyasi akım Avrupa’ya buradan geçiş yapmış. Hatta 68 Öğrenci Olayları da burada başlayıp önce Paris’e oradan da tüm dünyaya yayılmış.

Vltava Nehri kıyısına kurulmuş olan Stare Mesto’nun yani Eski Kent’in kuruluşu 10. yüzyıla kadar uzanıyor. Sokaklarda yürürken baroktan Rönesans’a, artnouveau’dan gotiğe kadar bütün mimari dönemlerin arasından geçiyorum. Evler, kiliseler, geçitler, köprüler ve havarileriyle meşhur saat kulesi… Neredeyse her şey olduğu gibi korunmuş. Bir kent değil, adeta görkemli bir tiyatro dekoru. Her sokak arası, her köşe başı, her kapı, pencere bir başka hikaye anlatıyor.

Astronomik Saatin Gösterisi

Eski kentin meydanı olan Stare Mesto, Orta Çağ’da önemli bir pazar yeriymiş. Şimdi ise birbirinden güzel hediyelik dükkanları, evler, kafeler yan yana sıralanıyor. Meydanın ortasındaki astronomik saatin gösterisini kaçırmamak için köşesindeki Milena Cafe’ye oturup bir kahve söylüyorum. Yan masada Kafka kadar ince ve kederli yüzlü bir bey, sanırım imkansız aşkına mektup yazıyor. Önünde mektup kağıtları, parmaklarında mürekkep lekeleri… Kafenin tombul sahibi, iki katlı bu şirin mekanın, gerçekten de bir zamanlar Milena’nın evi olduğunu söylüyor ve tam da o sırada Astronomik Saat Kulesi’nin gongları çalmaya başlıyor.

Stare Mesto Meydanı’ndaki, Orta Çağ’dan kalma astronomik saat “Orloj” gerçek bir mühendislik harikası. 70 metrelik bir kulenin üstünde yer alan saatin iki ana kadranı var. Günün 12 saatini, 12 havariyi ve 12 burcu temsil ediyor. Yani güneşe, aya, gezegenlere ve burçlara göre ayarlanmış bölümleri var. Her saat başı, gonglar vurmaya başladığında, 12 havari, küçük pencerelerin arkasında, halkı selamlayarak geçiş yapıyor ve gösteri, altın yaldızlı bir horozun uzun uzun ötmesiyle son buluyor. Gonglar gece yarısı saat 12’yi vurmaya başladığında bu gösteriyi tekrar izlemeye geleceğim. Gecenin sihrini ve gizemini kaçırmaya hiç niyetim yok.

Charles Köprüsü’nün Azizleri

Eski kenti arkamda bırakıyor ve kocaman bir kapıdan geçip dünyanın en zarif köprülerinden birinin üstüne çıkıyorum. Şehrin eski kentini Hradcany Şatosu’nun bulunduğu Mala Strana’ya bağlayan, 520 metre uzunluğundaki Charles Köprüsü, devasa boyuttaki aziz heykelleri ile görenleri büyülüyor. Gotiğin gökyüzüne başkaldırışı ile barokun görkem ve şatafatı bu köprü üstünde sanatsal bir gösteri sunuyor. Zaten trafiğe kapalı olan köprünün üzeri, adeta bir sanat panayırı. Sokak ressamları, akordion çalıp şarkı söyleyen müzisyenler, genç dansçılar, kukla oynatanlar… Vltava Nehri’nin üstü ise nehir turu yapan müzikli, yemekli küçük vapurlarla dolu. Köprüden ayrılmadan önce Aziz Jan Neoomucky’nin heykeline elimi sürüyorum. Rivayete göre uğur getiriyormuş.

Şatodan Simyacılar Sokağı’na

Prag Kalesi yani Kafka’nın şatosu, şehrin tepesinde. Beyaz atların çektiği bir faytona biniyor ve tıngır mıngır, bir masalın içinden geçercesine Prag Kalesi’ne çıkıyorum. 70 bin metrekare alan üzerine kurulu Prag Kalesi, tarih boyunca kralların, imparatorların, başkanların yurdu olmuş. Şehrin kırmızı çatılı evleri, tarihi binaları, parke taşlı sokakları, gölgeli meydanları, köprüleri buradan bakınca şahane görünüyor. Birbirine açılan avlular ve bahçeler arasından geçtikten sonra gotik mimarinin baş tacı sayılan Saint Vitus Katedrali ile karşılaşıyoruz. Görkemli kuleleri, nerdeyse bulutları delip geçecek kadar yüksek. Gül penceresindeki vitrayların ışık oyunu ise içerinin loşluğunu daha da gizemli ve büyülü bir hale dönüştürüyor.

Prag Şatosu’nun kapısı Zlata Ulicka’ya yani Altın Sokağı’na açılıyor. Kimileri buraya Simyacılar Sokağı da diyormuş. Şatonun duvarlarına dizilmiş minik renkli evler, 16. yüzyılda Kral Rudolp’un muhafızları için yapılmış. Daha sonra buraya sanatçılar ve yazarlar yerleşmiş. 22 numaralı mavi evde, bir zamanlar Kafka yaşıyormuş ve Milena’ya Mektuplar’ının çoğunu bu evde yazmış. Şimdi ise sadece Kafka kitapları, defterleri, mektup kağıtları satılan bir dükkan.

Prag’da Gezilecek Yerler

Daracık sokakları, köprüleri, bozulmamış mimari dokusuyla, Avrupa’nın en güzel şehirlerinden birindeyim. Hitler’in bile zamanında bombalamaya kıyamadığı Prag, adeta açık hava müzesi. Gezilecek, görülecek o kadar çok yer var ki… Franz Kafka Müzesi, Aşıklar Yeri olarak bilinen Petrin Tepesi, Rönesans Evleri, St. George Kilisesi, Barut Kulesi, Opera Binası, Danseden Ev bunlardan bazıları. Hangisiyle devam etsem bilemiyorum. Ama önce Kafka’nın arkadaşları ile toplanıp entelektüel sohbetler yaptığı Cafe Louvre’da kahve molası vermek güzel olur. Sonra da Vltava nehri kenarına inip, kuğulara ekmek atmak ve bu tatlı sonbahar gününün keyfini doyasıya çıkarmak istiyorum.

Prag’a gitmişken, üç saat uzaklıktaki Karlovy Vary kasabasını da mutlaka görmelisiniz. Zaten oteller günübirlik turlar düzenliyor. Kundera’nın kitaplarında anlattığı bu kaplıca kasabası, cennetten bir bahçe. Kimlerin evi yok ki orada; Beethoven, Mozart, Deli Petro, Karl Marks, Atatürk. Evet, kapısında plaketiyle Atatürk’ün bir evi var orada. Prag, doğasıyla da rüya gibi bir gezi sunuyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir