Yunan Adalarında Mavi Sürgün

Bodrum’dan beyaz bir tekneye bindik ve efsaneler diyarına doğru yola çıktık. Masmavi bir düş yolculuğu bu. Kos’un renkli geceleri, Simi’nin romantizmi, Rodos’un şövalyeleri ve Gökova’nın yemyeşil koyları, mitolojik efsanelerin sırlarıyla dolu.

Bodrum limanından demir alıp, masmavi bir yolculuğa çıkıyoruz. Yüzümüzü güneşe döndük, karşımızda eğlenceli Yunan adaları… Bembeyaz teknemiz sonsuz gibi görünen Ege’de kuğu gibi süzülüyor. Yazarın da dediği gibi; “Bazı yerler efsaneler vadeder”. Tıpkı antik efsanelerle dolu Ege Denizi gibi. Gökova Körfezi’nin yemyeşil koylarında doğayla sarmaş dolaş olmak,  turkuaz sularda dip balıklarıyla yüzmek, yıldızların altında uyumak, Yunan adalarında romantizmin ve eğlenceli gecelerin keyfini çıkarmak, efsanelerden kendinize yeni bir aşk yaratmak… En güzeli konforlu bir tekneyle yola çıkmak ve kendimizi unutulmayacak bir tatilin kollarına bırakmak. İşte, biz de aynen öyle yaptık…

Halikarnas Balıkçısı’nın yol arkadaşı Sabahattin Eyüboğlu; “Mavi gezi bir ağaçtır / Dalları deniz. / Mavi gezi bir bahçedir / Gülleri deniz” diyor bir şiirinde. Zaten ilk yolculuklar, Eyüboğluların Hürriyet adlı teknesi ile yapılmış. Anlatılanlara göre Hürriyet teknesinin kaptanı Ali Kaptan, eski bir korsana, hatta bir Hitit heykeline benzermiş. Dümen başından ayrılmaz ve hiç konuşmazmış! Bizim kaptan her ne kadar bir Hitit heykeline benzemese de mavi rotayı çok iyi bildiği belli. Bizi çam ormanlarının arasında gizli kalmış koylara, akvaryum gibi sularda yüzmeye götürüyor.  Masmavi bir mutluluğun tadını çıkarıyoruz.

Bodrum’un Kardeşi Kos

Güneş çok dikleşmeden Kos limanına giriyoruz. Lüks tekneler, guletler, yelkenliler, fiber yatlar marinada sıra sıra süzülüyor. Ada balıkçılarının sandalları ise neşeli renklerle çevreye adeta gülümsüyor. Öyle güzel boyanmış ki, minicik kayıklar bile süslü püslü. Marinanın karşısında görkemli ağaçların gölgesindeki kahveye oturup, önce bir “hoş bulduk” kahvesi söylüyoruz. Bütün masalar dolu, kuzeyli sarışın turistler daha çok frape içiyor. Adalı erkeklerse sanırım öğlen uzosunu parlatmaktalar.

Öğle saatlerinde güneş buraları adeta yakıp kavuruyor. Zaten dükkanlar kapanmış, ortalıktan el ayak çekilmiş. Sokaklarda yalnızca sıcaktan sersemlemiş birkaç turist var. Biz de en yakın plaja gidip, kendimizi Ege’nin masmavi sularına bırakıyoruz. Tuzlu sulardaki huzur veren serinlik, mutluluk olup tüm hücrelerimize doluyor. Karşıda Bodrum’un beyaz evleri. Ne kadar da yakın… Güneş şemsiyesinin gölgesinde, tüm adalılarla aynı saatlerde, dingin bir öğle uykusuna dalıyoruz. Rüyama çakıl taşlarının şıkırtısı ve çocuk gülüşleri karışıyor. Tıpkı eski İzmir plajlarındaki gibi.

Kos’ta Osmanlı İzleri

Kos, bizdeki adıyla İstanköy adası, Ege’nin en sulak ve yeşil adalarından biri. Evler sardunyalar ve begonviller arasında neredeyse kaybolmuş. Bu adanın öyküsü de Olimpos’un tanrılarına kadar uzanıyor. Polybotes denilen canavar, Deniz Tanrısı Poseidon tarafından kovalanırken Kos’a sığınır. Buna sinirlenen Posedion da Kos adasından bir parça kopararak canavara vurur. Kos’un komşu adası Nissiros işte böyle oluşur. Güneşin batmasına yakın saatlerde, ara sokaklara dalıyoruz. Daracık sokaklarda birbirinden ilginç dükkanlar ve şirin kafeler sıralanıyor. Gerçekten de bu sokaklar Bodrum’a kardeş kadar benziyor.

Sokaklarda dolaşırken, taş döşeli eski bir meydana çıkıyoruz. Osmanlı izleri olduğu gibi korunmuş. Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın 1786’da yaptırdığı cami dimdik ayakta. Eski Türk hamamı bugün çok şık bir gece kulübü olmuş. Eski Türk çarşısındaki şadırvanda yaşlılar dinleniyor, yüzlerce minik rüzgar çanı, eski günlerden melodiler çalıyor. Osmanlı mezarlarının bulunduğu parkın ağaçları huşu içinde, sizi bir anda çok eski zamanlara götürüveriyor. Şövalyeler Kalesi’nin davetine de kayıtsız kalamıyoruz elbette. Bir köprüden geçerek giriliyor kaleye. Surların üstüne çıktığınızda da tüm Kos limanı karşınızda.

Yemek konusuna gelince, sokak aralarında tam eski Türk filmlerinden çıkma, balıkçı ağlarıyla süslenmiş, tahta masalı, mavi pötikare örtülü, şirin mi şirin meyhaneler var. Buzukiler çalınıyor, uzolar içiliyor, efkarlar dağıtılıyor. Yunanlı erkeklerin sirtaki yapmalarını seyretmek sahiden de çok keyifli. Kim bilir, belki ben de efsanevi Zorba’ma rastlarım bu adalarda! Teknenin güvertesinde, Kos’un renkli ışıklarına karşı uykuya dalıyoruz. Rüyalarımıza neşeli müzikler karışıyor.

Tanrıçanın Yarattığı Adalar

Sabah kahvaltıdan sonra kaptanımız dümeni Simi adasına, Türkçedeki adıyla Sömbeki’ye kırıyor. Yol boyu deniz kızlarının şarkılarına eşlik ediyoruz. Rüzgar mitolojik zamanlardan hikayeler anlatıyor. Efsaneye göre, Tanrılar Tanrısı Zeus’un karısı Hera, çocuklarını emzirmek için göğüslerini çıkarmış. Kutsal göğüslerinden fışkıran süt samanyolunu oluşturmuş. Samanyolundan süzülen damlacıklar ise Ege adalarını…

Öğlene doğru adanın arkasında küçük bir koya giriyoruz. O kadar doğal bir güzelliği var ki, gizli cennet bahçesi burası olmalı diyor insan. Kıyıda minik bir lokanta, çardak altında masalar ve ağaç gölgelerinde şemsiyeler var. Birkaç tane de beyaz boyalı, mavi kapılı ev. Kendimizi hemen masmavi sulara bırakıyor, yüzerek bir evin çakıl taşlı verandasına çıkıyoruz. Güler yüzlü iki yaşlı adalı. Birbirimizin dilinden hiç anlamasak da yine de güzel şeylerden konuşuyoruz. Evin arka tarafındaki yüz basamaklı beyaz merdivenlerden, küçücük, bembeyaz, çok güneşli minik bir şapele çıkıyoruz. John Fowles’ın şahane romanı Büyücü’nün içinde dolaşıyorum sanki. Mavi çan kulesinin ardından görünen bu güneşli manzarayı ve ıssız kilisenin gizemli yalnızlığını, sanırsınız Fowles tasvir etmiş.

Simi’nin Romantik Güzelliği

Mini minnacık bir ada Simi. Hani derler ya; biblo gibi, fotoğraf gibi, “ancak filmlerde olur böylesi” denilen türden. Su damlası şeklindeki bir koyun sırtlarına yerleşmiş rengarenk taş evler düşünün. Taş evlere çıkmak için 99 basamaklı merdiven sokaklar… Bir de akşam güneşinin bu evleri pembe bir ışıkla boyadığını… İnsan kendini bir film seyrediyormuş gibi hissediyor. Merdivenleri tırmanmayı göze alamadığımız için sahildeki yeşil otobüse atlıyor ve ad

anın en tepesinde, değirmenlerinin orada iniyoruz. Daracık sokaklar labirent gibi.  Minnacık avlular, merdivenlerin üstüne kurulmuş çardaklı kafeler, kapı önlerinde oturan adalı kadınlar, camdan bakan dişsiz yaşlılar ve adım başı küçük bir kilise…

Sokakta oturan kadınlar bize hemen arkalarındaki kiliseye gitmemizi öneriyorlar. Orada mum yakanların her dileği gerçek olurmuş. Kilisenin bekçisi Pietro, bize kiliseyi gezdiriyor, çan kulesine çıkıp çanı çalmamıza bile izin veriyor. Ağzında dişleri yok Pietro’nun ama gözleri hala gencecik bakıyor. Kendi topladığı dağ kekiklerinden alıyoruz, kapıdan çıkarken bize bir torba defne hediye ediyor. 2 bin 500 kişinin yaşadığı Simi’de tam 365 tane minik kilise ve şapel varmış. Yılın her günü şeytandan korunmak için yapılmış bu kiliseler. Zaten o kadar masalsı, o kadar rüya gibi bir yer ki burası, dünyanın tüm kötülüklerinden korunduğuna inanıyorsunuz.

Rodos’un Şövalyeleri

Simi’nin romantik güzelliğini kalbimize yerleştirip, Rodos’a doğru yola çıkıyoruz. Yine efsaneye göre, yakışıklı Güneş Tanrısı Helios, Deniz Tanrısı Poseidon’un kızına deli divane aşık olmuş. Bu güzel kızın adı Rhodos’muş. İki aşık kavuşmuşlar mı bilmiyorum ama Güneş Tanrısı tüm rengini Rodos’a vermiş. Dünyanın yedi harikasından biri olan Rodos heykeli de MÖ 300’lü yıllarda yapılmış. Denizciler 31 metre boyundaki heykelin bacakları arasından geçerek giriyorlarmış limana.

Limanın etrafı surlarla çevrili. Büyük bir kale kapısından geçip eski kentin sokaklarına, çok hareketli bir çarşıya çıkıyorsunuz. Belli ki, St. Jean Şövalyeleri bir vakitler Rodos’ta çok ihtişamlı günler yaşamışlar. Eski çarşıda Şövalye Yolu olarak bilinen Ippoton Caddesi’nden başlayan Collachium’da şövalyelerin sarayları var. O kadar büyük ve heybetli bir duruşu var ki bu bölgenin, surların arasında gezerken, insan her an bir şövalyeyle karşılaşacakmış hissine kapılıyor.

Günün en sıcak saatlerini Lindos kasabasının harika plajında yüzerek geçiriyor. Lindos antik şehri, bembeyaz evleri ve şirin lokantalarıyla Simi’yi andıran bir tatil kasabası.

Yaz ve tatil duygusu işte tam burada gerçek anlamını buluyor.

Akşam ışıklar yanmaya başladığında, eski kentin sokakları neşeli gruplarla, sarmaş dolaş sevgililerle dolup taşıyor. Hipokrat meydanı, çardaklı lokantalar, buzukili tavernalar, gül çiçek içinde teraslarla dolu. İnsan hangisine gireceğine karar veremiyor. Sokrates Caddesi’ndeki dükkanlarda Rodos’a dair her şey bulabilirsiniz. Biz kendimize kekikli sabunlar, deniz kabuklarıyla süslü rüzgar çanları, adaya özgü kıpkırmızı nar likörü…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir