Keşifler Şehri Lizbon

Lizbon’da zamanlar ve duygular sürekli birbirinin içine karışıyor. Mesela Tejo’nun batı yakası sizi Portekiz’in en gururlu günlerine götürür. Belem’deki Kaşifler Anıtı ve keşif yolculuklarının başladığı kuleyi dolaştığınızda, 500 yıl öncesinin bir keşif gemisine biner ve meçhul denizlerdeki yolculuklara gidersiniz.

 

Tarihle iç içe yaşayan sokakları, portakal bahçeleri, çinili evleri, uçsuz bucaksız kumsalları, nefis deniz ürünleri ve meşhur şarapları ile Lizbon, tatilinizi geçireceğiniz muhteşem bir deniz ülkesi. Portekizli kaşiflerin ruhuyla yola çıkmaya ve Fado müziğinin ritmine kapılıp bu güzel Akdeniz şehrini keşfetmeye hazır mısınız?

Eski Kentin Gizemi

“Görkem ve düşüş” demişti gezgin ruhlu bir arkadaşım Lizbon için. “Ya da coşkudan sonra gelen hüzün…” Ona göre, Bairro Alto’da, Lizbon’un bu eski mahallesinde, çamaşırlı pencerelerden daracık sokaklara yayılan ses, en çok hüznün sesi. Görkemli günlere duyulan özlem yüklü şarkılar, Barrio’nun yokuşlarından iniyor, kenti Boğaziçi gibi ikiye ayıran Tejo Nehri’ne karışıyor, oradan da Vasco da Gama’nın, Macellan’ın, Kristof Kolomb’un ruhlarının gezindiği okyanusa ulaşıyor.

Kocaman görkemli bir kapıdan geçip, eski kentin sokaklarına dalıyoruz. Baxia bölgesi tarihin anılarıyla mağrur bir mütevazılık içinde. Eski binaların yüzlerini örten işlemeli çini kaplamalara hayran kalıyoruz. Bir de eski pastanelerin şekerleme ve tatlı dolu vitrinlerine. Pastaneye gitme geleneğinin hâlâ sürmesi öyle hoşumuza gidiyor ki… Akşam saatlerinde sokaklar nefis kokuların işgaline uğruyor ve insan hangi kokuyu takip edip hangi restorana gireceğini bilemiyor. Tereyağında yapılan sarımsaklı karidesler, çeşit çeşit balıklarla her gece ziyafet üstüne ziyafet. Bu arada, kentin kalbi sayılan Rossio meydanında, gotik görünümlü asansöre binip, şehrin eski mahallelerine ve kalesine tepeden bakmalısınız. Buradan Portekizli kaşiflerin ilk yolculuğa çıktığı zamanlar bile görünüyor.

Hüzünlü Fado Saatleri

Kentin güzelliğini ve çok renkliliğini daha iyi görebilmek için Alfama üstlerindeki Sao Jorge Kalesi’ne tırmanmak lazım. Lizbon bir zamanlar 38 kapılı ve 77 kuleli devasa bir surla çevriliymiş. Bugün geriye sadece Sao Jorge Kalesi kalmış. Çatılar, gizli bahçeler, tül perdeli pencereler, güvercin kanatları, sonsuza akan nehir… Kaleden bakınca bütün Lizbon karşımızda.

Alfama’nın daracık sokaklarında dolaşırken anlıyoruz ki, Lizbon aslında gizli bahçeler kentiymiş. Daracık merdiven sokaklar avlu gibi meydanlara açılıyor. Akşam olduğunda ise mangallar çıkıyor, şaraplar açılıyor ve Fado’nun hüznüyle devam eden saatler başlıyor. 12 telli gitar eşliğinde söylenen ve Portekizce “kader” anlamına gelen Fado’nun ritmi biraz flamenko, biraz Kuzey Afrika, biraz Arap ama okyanus kadar derin, yaslı ve yürek sarsıcı. Lizbon’da Fado’nun gerçek yüzüyle karşılaşmak için Alfama ve Bairro mahallelerinin dar sokaklarındaki halk meyhanelerine gitmelisiniz. Sokağa taşan meyhanelerin yalnız yüzlü şarkıcıları size aşk ve ölümle yoğrulan şarkılar söyleyecekler.

Görkemli Cennet

Lizbon’da zamanlar ve duygular sürekli birbirinin içine karışıyor. Mesela Tejo’nun batı yakası sizi Portekiz’in en gururlu günlerine götürür. Belem’deki Kaşifler Anıtı ve keşif yolculuklarının başladığı kuleyi dolaştığınızda, 500 yıl öncesinin bir keşif gemisine biner ve meçhul denizlerdeki yolculuklara çıkarsınız. Biz de onlardan aldığımız ilhamla bu güzel şehrin çevresini keşfetmek için yolculuğa çıkıyoruz. İlk durağımız, çam ormanlarının arasına kurulmuş şatoları, meydan kafeleri ve şirin evleriyle Sintra. Bir zamanlar buraya Görkemli Cennet deniyormuş.

Kasabanın tam ortasında yer alan Şehir Sarayı, ilginç mimarisi ve el değmeden korunmuş eşyaları ile geçmişe harika bir yolculuk yaptırıyor. Tepedeki Palacio da Pena’da ise bir masal sarayının içine konuk oluyorsunuz. Gotik kuleler, oryantalist kubbeler, hokkabaz şapkası gibi süslemeler, ürkütücü kapılar ve rüya gibi eşyalar arasında dolaşırken, bu sarayı kesinlikle çok neşeli ve çocuk ruhlu bir kralın yaptırdığına inanıyorsunuz. Anlatılanlara göre Disneyland buradan etkilenerek yapılmış.

Avrupa’nın En Batı Ucu

Estoril, Oeiras, Carcavelos, Cassais… Lizbon’un sahil kasabalarından geçiyoruz. Bir yanımızda uçsuz bucaksız plajlar, bir yanımızda villa tarzı muhteşem evler. Üzüm bağlarını, zeytinlikleri, portakal bahçelerini arkamızda bırakıp, yalnız bir deniz fenerinin okyanusu beklediği bir kayalığın üstüne geliyoruz.

Burası Cabo da Roca yani Kaya Burnu. Avrupa kıtasının en batı ucundayız. Atlas Okyanusu’nun bembeyaz köpüklü dalgaları, görkemli kayalıklar ve rüzgarın keskin ıslığı o kadar davetkar ki, insan gözünü denize dikip daha da uzaklara gitmek istiyor. Bir anıtın üstünde; “Burası toprağın bittiği, suyun başladığı yer” diye yazıyor. Ve Vasco de Gama’nın, Macellan’ın, Kolomb’un bu sularda dolaşan kaşif ruhu size de geçiyor. Düşünsenize 16. yüzyılda Portekiz, okyanusları aşan üstün bir ülkeydi. Onlar Atlas Okyanusu’na açılan ilk Avrupalılardı, Ekvator’u geçen, Ümit Burnu’nu dolanan, Hindistan’a deniz yoluyla batıdan ilk ulaşanlar yine onlar. Çin’e, Avustralya’ya ve Amerika’ya ilk gidenler yine onlardı.

Mucizeler Diyarı

Lizbon ve civarı gezmekle bitecek gibi değil. Küçük köyler, tarlalar, çan kuleleri, bağlar, bahçeler arasından geçip Obisos’a varıyoruz. Mavi kapılı bembeyaz evlerin duvarlarından begonviller sarkıyor. Pastaneden taşan çörek ve kahve kokusu bütün sokağı tutmuş. Hediyelik dükkanlarında kıpkırmızı tahta horozlar ve rengarenk rüzgargülleri. Dağların arasındaki geniş bir vadiye kurulmuş olan bu kasaba, sanki Bodrum’un ikiz kardeşi. Kasabanın küçük kilisesinde ise Meryem Ana’nın gülümseyen dudakları mucizelere inanmayı öğütlüyor.

Öğle yemeğini Nazare’nin en şık restoranında alıyoruz. Dalgaların güçlü sesi fondaki kederli Fado şarkısına karışıyor. Nazare, Portekiz’in en meşhur balıkçı kasabası. Upuzun plajlarında bahar güneşinin tadını çıkaran birkaç turist var. Koyun kuytularında ise balıkçılar yırtılmış ağlarını tamir ediyor, çocuklar kumdan kaleler yapıyor. Siyahlar içinde, deniz kadar yaşlı üç tane kadın, gözlerini ufka dikmiş öylece duruyorlar kıyıda. Bize servis yapan garson, “Hâlâ kocalarının denizden dönmesini bekliyorlar” diyor. Oysa deniz kocalarını alalı onlarca yıl olmuş. Nazare’nin denizi çok acımasızmış, o kadar çok kadını daha gencecik yaşında dul bırakmış, siyahlara mahkum etmiş ki, kasabanın çıkmaz sokaklarında, küçük meydanlarında dolaşırken durmadan karşınıza çıkıyorlar.

“Fatima’nın Sırrı”nı duymuşsunuzdur. Yıl 1917. Fatimalı üç küçük çocuk azize, İren Mağarası civarında koyunlarını otlatıyor. Hava açık ve rüzgarsız. Ansızın şimşekler çakıyor ve gökyüzünde parlak ışıklar arasında Meryem Ana görünüyor. Her ayın 13’ünde, çocuklarla aynı yerde buluşuyor Meryem Ana ve çocuklara geleceğe dair sırlar veriyor. Ve bu mucizeleri binlerce kişi izliyor. İşte şimdi oradayız. Kocaman bir mabet yapılmış o mucizenin anısına. Her yanda dev gibi mumlar yanıyor, dini bütünler dizleri üstünde mabedi tavaf ediyorlar. İlahi bir sessizlik var burada, sessiz akan gözyaşları umut dileklerinin mırıltılarına karışıyor. Mabedin arkasındaki ağaçların altında sessizce oturuyoruz Gül’le. Hemen yanımızda iki tane rahibe. Göz göze geliyoruz, yaşlıca olanı, “İçinizdeki masum inancı korursanız, mucizeler peşinizi bırakmaz” diyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir