Kalkınma ve Koruma için Bütünleşik Bir Yol Sürdürülebilirlik

Birçok kişiye göre, ekonomik çıkarlarla çevresel çıkarlar aynı paydada buluşamıyor. Ancak yeni araştırmalar, “kalkınma” ve “koruma” arasındaki bu uç algının hem yanlış hem de her iki uç için aktif olarak ters etki yarattığını ortaya koyuyor. Yani; sürdürülebilir bir geleceğe ulaşmak gerek gelişen insan topluluklarını gerekse de güçlü ve sağlıklı doğal ekosistemleri güvence altına alma becerimize bağlı. Bunun için de yeşil bir ekonomi modeline ihtiyaç var.

 Birçoğunuz Amazon adını biliyor ama “Cerrado”yu ilk kez duymuş olabilirsiniz. Brezilya’daki bu geniş tropik savanın çok iyi bilinen Amazon bölgesi ile birçok ortak noktası var. Cerrado, küresel anlamda büyük önemi bulunan bir biyoçeşitlilik bölgesi ve yalnızca orada bulunan binlerce türe ev sahipliği yapıyor ve aynı zamanda büyük bir karbon havuzu görevi görerek iklim değişikliğiyle mücadelede kritik bir rol oynuyor.

Diğer yandan Brezilya, dünyanın en büyük iki soya üreticisinden biri; bu mahsul ülkenin en önemli geçim kaynaklarından biri ve küresel gıda tedarikinin temelini oluşturuyor. Bu bir başarı ama Cerrado’yu tehlikeli bir düşüşe sürüklüyor. Bu ekonomik faaliyetten dolayı şimdiye kadar Cerrado’nun yaklaşık yüzde 46’sı ormansızlaştırıldı ya da tarım alanına dönüştürüldü.

Ancak daha fazla soya üretmek, daha fazla doğal yaşam alanını dönüştürmek anlamına gelmiyor. Yeni bir mekansal veri aracı Cerrado’nun doğal manzaralarına, kritik önemdeki kaynaklarına daha fazla zarar vermeden soya üretimi için en iyi yerlerin belirlenmesine yardımcı oluyor. Agroideal isimli bu teknolojik sistem, ilgili bölge için riskleri ve sürdürülebilir fırsatları belirten bir harita oluşturma ve doğal bitki örtüsü üzerindeki genişleme tehdidini değerlendirme olanağı tanıyor. Büyük firmaların ve bankacıların halihazırda dönüştürülmüş arazileri genişleten çiftçilere tercihli finansman sunmak için birlikte çalışmasıyla Brezilya, yerel yaşam alanını korumaya ve çiftçilere daha fazla finansal istikrar sağlarken bu önemli mahsulü üretmeye devam edebilir.

Elbette Cerrado, devasa gezegenin sadece bir bölgesi ve onu korumaya yönelik bu son çabalar, koruma ile artan insani taleplerimiz arasındaki ilişkiye dair yeni bir düşünce tarzının da temsilcisi. Önümüzdeki sürdürülebilirlik zorluklarına hazırlıklı bir dünya yaratmayı amaçlayan, sektörler arası iş birliğine yönelik yeni ortaya çıkan bir modelin parçası. Böyle bir dünya mümkün mü peki? Bilime göre “evet” ama bunun için geleneksel olarak bağlantılı olmayan sektörler arasında, üst düzeyde bir yeni iş birliği modeline ihtiyaç bulunuyor.

A ya da B Olmak Zorunda Değil!

İklim değişikliğinin dünya çapındaki etkisini görmeye devam ederken, kurumsal sürdürülebilirlik girişimlerine yönelik baskı hiç bu kadar büyük olmamıştı. Giderek daha fazla tüketici, özellikle de yeni kuşak, eylemlerinin kelimelerden daha yüksek sesle dile getirilmesini; hükümetlerin ve şirketlerin kendileriyle aynı değerlere sahip olmasını ve harekete geçtiklerini görmek istiyor. 

Birçok kişiye göre, ekonomik çıkarlarla çevresel çıkarlar aynı paydada buluşamıyor. Ancak yeni araştırmalar, “kalkınma” ve “koruma” arasındaki bu uç algının hem yanlış hem de her iki uç için aktif olarak ters etki yarattığını ortaya koyuyor. Yani; sürdürülebilir bir geleceğe ulaşmak gerek gelişen insan topluluklarını gerekse de güçlü ve sağlıklı doğal ekosistemleri güvence altına alma becerimize bağlı. Bunun için de yeşil bir ekonomi modeline ihtiyaç var.

Hem insanların hem de doğanın ihtiyaçlarının gelişmiş olduğu bir geleceğe ulaşmanın mümkün olup olmadığı sorusunun cevabı her zamankinden daha kritik bir anlam yüklenmiş durumda. Bu noktada insanlığın önünde iki seçenek duruyor: İşlerin her zamanki yöntemle ilerlemesine izin vermek ya da sürdürülebilir bir yol haritası için küresel bir güç birliği oluşturmak. Bilim dünyasına göre, ikinci yolu seçeceksek, acil işe koyulmamız lazım. Yüzyılın ortasına ulaşabilmek için önümüzdeki 10 yıl çok kritik. Ve önümüzdeki 10 yılda gidişatın değişmesi için II. Dünya Savaşı’ndan bu yana görülmemiş bir küresel seferberlik ortaya konulmalı. Son yıllardaki ekonomik ve çevresel hedeflerin birbirini dışladığı yönündeki yaygın kanaat; halk sağlığı, kalkınma, finans ve korunması gereken topluluklar gibi alanlar arasındaki bağlantı eksikliğine de katkıda bulundu ve bunun değişmesi gerekiyor. Ki araştırmaların da dediği gibi doğayı korumak ve büyüyen bir dünyaya su, yiyecek ve enerji sağlamak için iki yoldan birini tercih etmek zorunda değiliz. Teknolojinin de hızla gelişen gücü sayesinde denklemin her iki tarafı da kazanır olabiliyor.

2050’ye Giderken…

Birleşmiş Milletler (BM); “tüm insanların beslenebildiği, sağlıklı, istihdam edildiği, eğitildiği, yetkilendirildiği, geliştiği ve bunların diğerlerinin pahasına olmadığı bir dünya” için 17 önlemden oluşan bir paket hazırladı: BM Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları (SKA). Bu gezegenin kullanıcıları (bireyler, toplumlar, şirketler ve kamu) SKA’yı yol gösterici olarak kullanarak, 2050 yılında bugünkünden çok farklı görünen ve işlerimizi her zamanki gibi devam ettirdiğimiz takdirde karşılaşacağımızdan çok farklı görünen bir dünyayı mümkün kılıyor.

Önümüzdeki 30 yıl içinde hızlı nüfus artışıyla ve doğal kaynaklarımız üzerinde daha büyük baskılarla karşı karşıya kalacağımızı biliyoruz. İstatistikler düşündürücü; 2050 yılına kadar gezegende 9,7 milyar insan olacağından, küresel gıda talebinde yüzde 54, enerji talebinde ise yüzde 56 artış yaşanacağından bahsediliyor. Dünya Sağlık Örgütü, Dünya Ekonomik Forumu ve diğer önde gelen küresel kalkınma kuruluşları artık hava kirliliği ve su kıtlığının insan sağlığı ve refahına yönelik en büyük tehlikeler arasında olduğunu söylüyor. UNESCO’nun Dünya Su Raporu’na göre bugün dünyada iki milyar insanın güvenli bir biçimde içme suyuna erişimi yok. 3,6 milyar insan ise hijyen standartlarına uygun bir kanalizasyon sisteminden mahrum yaşıyor. Ve 2050’ye vardığımızda şiddetli su kıtlığı hisseden nüfus yüzde 40’ı bulacak.

Yaklaşık 10 milyarlık bir dünyaya hazırlandığımız şimdilerde mevcut anlayışla yolumuza devam edecek olursak, küresel sıcaklık 3,2 derece artacak, hava kirliliği 4,9 milyar insanı daha etkileyecek, balık stoklarının yüzde 84’ü tükenecek ve 2,75 milyar insanı etkileyen daha büyük su stresi yaşayacağız. Tabi habitat kaybı devam ediyor ve bitki türlerinin yüzde 50’sinden daha azı hayatta kalıyor. Dolayısıyla bu kötü sahnenin yaşanmaması için yüzyılın ortasına geldiğimizde küresel sıcaklığı 1,5 derece ile sınırlamış olmamız şart; bu da bizi Paris iklim Anlaşması’na ve ülkelerin ortaya koyduğu taahhütleri acilen devreye alması gerekliliğine götürüyor.

Bu durumda; insanlar ve doğa adına sürdürülebilir bir geleceğe ulaşmak için teknoloji ve bilimin varlığından daha fazla yararlanmak ve tüketim anlayışı ile üretim metotlarını değiştirmek kaçınılmaz oluyor.

Dünya için belki de en acil değişim ihtiyacı enerji kullanımında. Hem artan enerji talebini karşılamak hem de iklimi güvenli sınırlar içinde tutmak için karbon ve diğer zararlı kimyasal emisyonlarını azaltarak enerji üretme şeklimizi değiştirmemiz gerekecek. World Economic Forum’un verilerine göre; ürün ve hizmetler küresel sera gazlarının yüzde 45’inden sorumluyken, geri kalan yüzde 55’i enerji kullanımı oluşturuyor.

İşlerin olağan seyrinde devam ettiği bir senaryoda, fosil yakıtlar 2050 yılında toplam enerjinin yüzde 76’sını oluşturmaya devam edecek. Daha sürdürülebilir bir yaklaşım, bu payı 2050 yılına kadar yüzde 13’e düşürecek. Karbon bazlı enerjideki azalma, yenilenebilir kaynaklardan elde edilen enerjinin payının yüzde 54’e ve nükleer enerjinin toplam enerji üretiminin üçte birine çıkarılmasıyla dengelenebilir. Bu, dünyanın enerji talebinin neredeyse yüzde 85’ini fosil olmayan enerjiden sağlamak demek.

Sürdürülebilir hedeflere ulaşmak için fosil yakıtlardan uzaklaşmanın yanında üretim için mevcuttaki gayrimenkulleri nasıl dönüştüreceğimizi ve yenileri için nasıl bir alan seçeceğimizi de bilmemiz gerekiyor. Bu noktada da iş ekosistemine büyük görevler düşüyor.

 Kilit Aktör Şirketler

Dünya, en acil çevresel ve sosyal zorluklarla nasıl yüzleşmeli? Bunun yanıtı sürdürülebilir ve kapsayıcı büyümede, yani iklim değişikliğini kontrol altına almak, doğal sermayeyi ve biyolojik çeşitliliği teşvik etmek, hane halklarını güçlendirmek ve fırsat eşitliğini teşvik etmek için gereken finansal kaynakları sağlayan ekonomik büyümede yatıyor. Böyle bir büyümeyi sağlayacak çabanın birçok paydaşa ihtiyacı var ancak küresel GSYİH’nın yüzde 70’inden fazlasını sağlayan işletmeler kilit oyuncu konumunda. Bu noktada en büyük kozu ise dijitalleşme sunuyor.

Daha akıllı, daha verimli, daha sürdürülebilir ve daha dayanıklı ürünler, operasyonlar ve hizmetler tasarlamak, oluşturmak ve ölçeklendirmek için iş dünyasının, dijitalleşme ve sürdürülebilirliği attıkları her adıma dahil ederek, tüm iş modellerini ve değer zincirlerini yeniden düşünmeleri gerekiyor. Bir ürünün çevresel etkilerinin yüzde 80’i tasarım aşamasında alınan kararlarla bağlantılı. Örneğin, sürdürülebilir ürün tasarımı veya döngüsel uygulamalar, yalnızca bir ürünün çevresel ayak izini azaltmakla kalmaz, aynı zamanda maliyet ve kaynak kullanımı verimliliğini de artırarak üreticileri tedarik zinciri eksikliklerine karşı daha dayanıklı hale getirir.

“Dünyayı 2050 yılına kadar net sıfır emisyonla sonuçlanan bir yola taşımak için bir ülkenin düşük emisyonlu teknolojilere yapması gereken yıllık ek yatırım miktarı”nı tanımlayan “sürdürülebilirlik açığı” ülkeden ülkeye değişmesine rağmen, ABD, Çin, Avrupa gibi devler de dahil olmak üzere dünyanın her yerinde büyük rakamlara sahip. McKinsey’nin Sürdürülebilir Bir Geleceğe Doğru: İş Dünyasının Rolü isimli raporuna göre, sürdürülebilirlik açığının kapanması noktasında ABD’nin ihtiyaç duyduğu kaynak 5,6 trilyon dolar, İngiltere ve AB’nin 5,2 trilyon dolar ve Çin’in 4,2 trilyon dolar.

Bu açıkları tamamen kapatmak için iki bileşen gerekli. Biri, teşvikleri ve kamu kaynaklarını sürdürülebilirliğe ve kapsayıcılığa yönlendirebilecek hükümet müdahaleleri; diğeri ise iş odaklı inovasyon. Bu bileşenler büyümeyi temel öngörümüzün ötesinde hızlandırabilir ve daha fazla tasarruf ve yatırım sağlayabilir. Bunlar ürün ve hizmetlerin maliyetini azaltarak kapsayıcılığı ve sürdürülebilirliği daha “uygun fiyatlı” hale getireceğinden toplumların da sürecin içine en hızlı şekilde dahil olmasını sağlayacaktır. Örneğin; düşük emisyonlu araçların birim maliyetleri düştükçe, daha fazla özel sermaye bu alana yönelecek ve toplam yatırım ihtiyacını azaltacak. İnovasyon, düşük emisyon teknolojisini daha ucuz hale getirdiğinde tüketicilerin tercihlerini bu teknolojiye kaydırarak sürdürülebilirlik açığının daha da kapatılmasına yardımcı alacaktır.

“Sürdürülebilir” Rekabetçilik

Bundan birkaç sene öncesine kadar yatırım stratejilerinde potansiyel getiriler hesaplarken çevreye yönelik dış maliyetleri dikkate alınmıyordu. Ancak bugün geldiğimiz noktada, çevresel hesaplamalar yalnızca daha iyi bir gezegen ve yaşam kalitesi anlamına gelmiyor. Sürdürülebilirlik aynı zamanda günümüz dünyasının en rekabetçi unsurlarından birine dönüşmüş durumda. Araştırmalar da gösteriyor ki; gelecekte başarılı olacak işletmeler, sürdürülebilirliği iş stratejisinin merkezine yerleştirerek insan ihtiyaçlarını karşılamak için bu değişikliklerden nasıl yararlanacağını anlayanlar olacak.

IBM İş Değeri Enstitüsü Araştırması’na göre, tüketicilerin yüzde 62’si çevresel etkiyi azaltmak için satın alma alışkanlıklarını değiştirmeye istekli ve firmaların bu noktada acil önlem alması gerektiğini savunuyor.

Bunun yanı sıra dünya ticaretinin geleceğini de ne kadar sürdürülebilir adımlar atılabildiği belirleyecek. Emisyon azaltımı yapan ülkelerdeki işletmelerin emisyon azaltımına dair herhangi bir gayreti bulunmayan ülkelerdeki işletmeler karşısında sahip olacağı avantajı tanımlayan “karbon borsası” kavramı senelerdir dillendiriliyor ve yavaş yavaş aktife geçen bu borsa, bundan sonranın 10 senesinde çok büyük bir piyasaya dönüşecek.

Temelini BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ve Kyoto Sözleşmesi’nin belirlediği karbon ticareti, Paris İklim Anlaşması ile daha da netleşirken, AB Yeşil Mutabakatı ile somut adımlar atmaya başladı.

Avrupa Birliği’nin 2019 yılında hayata geçirdiği Yeşil Mutabakat (Green Deal), Euro Bölgesi’nin 2050 yılına kadar “karbon nötr kıta” olma hedefini kıtanın ticari partnerleri için de bir şart olarak koşuyor.

Paris İklim Anlaşması ve ETS (Emisyon Ticaret Sistemi) gibi ulusal ve uluslararası uygulamaların ardından ele alınan en güncel konulardan biri olan Yeşil Mutabakat’ın zaman çizelgesine göre, 2026 yılı ile beraber “sınırda karbon vergisi” sistemi devreye alınacak. Karbon kaçağı riski olan ürünlerin AB’ye ihraç edilmesi sırasında sahip olduğu karbon yoğunluğuna göre vergilendirilmesini hedefleyen bu mekanizma, AB’nin en güçlü ticari partnerlerinden olan Türkiye dahil olmak üzere pek çok ülkeye yeni mali yükümlülükler bindirmeye hazır.

Daha sürdürülebilir ve kapsayıcı bir dünyaya duyulan ihtiyaç baskısı arttıkça, bu ve benzeri mekanizmalarla çok sık karşılaşacağımız kesin; zira Yeşil Mutabakat da AB hükümetlerinin değil, AB vatandaşlarının yarattığı bir baskının sonucu geldi; toplum, “yeşil aklamayı” kabul etmediklerini belirtti ve hükümetlerden diğer ülkelerdeki karbon ayak izlerini de temizlemeye başlamalarını talep etti.

Gülin Yücel

Brika Sürdürülebilirlik Yönetici Ortağı

“Kısa ve Orta Vadeli Beklentiler Hedeflere Varmayı Zorlaştırıyor”

klim krizinde daha çok payı olanların şu an daha makul bir ve karar verici konumda olması küresel sürdürülebilirlik yol haritasının şekillenmesi konusunda; ortamın belirsiz kalmasına, taahhütlerin yerine getirilmemesine ve aciliyete rağmen yaptırımların hep ötelenmesine sebep veriyor. Bir başka deyişle, “iki adım ileri bir adım geri” devam ediyor. Paris İklim Anlaşması, COP zirveleri, BM sözleşmeleri gibi uluslararası sözleşmeler uzun yıllardır hayatımızda olmasına rağmen, konulan hedeflere yönelik yol kat edemiyoruz. Bunun da temelinde kısa ve orta vadeli beklentiler yer alıyor. Bunlar özel sektör için mevcut düzenden hâlâ fayda sağlamak; devletler için de popülist eğilimler oluyor.

Ancak hükümetlerin ve özel sektörün sürdürülebilirlik, iklim krizi, döngüsel ekonomi konularının artık kendilerinden öte, bundan sonraki tüm nesilleri etkileyecek bir gündem olduğunu anlamaları ve bir an önce harekete geçmeleri şart. Geleneksel iş yapış düzeninden çıkıp döngüsel ekonomi modelini benimsememiz gerekli. Sistemi döngüsele dönüştürmemiz bir günde olacak iş değil tabi, bu karmaşık bir dönüşüm yolculuğudur. Döngünün kapanması, tasarımla sağlayacağımız ideal boyuttur. Ancak bu noktaya giden yolda, önce döngünün yavaşlaması lazım. Akışları anlamak, üretimi farklı bir boyuta çekmek için yavaşlamaya ihtiyacımız var. Üstelik bu sadece üretim ile olacak bir konu da değil, tüketimin de buna paralel ilerlemesi gerekir. Bu noktada da devreye bireyler ve toplumlar giriyor. Satın alma alışkanlıklarının daha bilinçli hale gelmesi, bir ürünün üretiminde ne kadar kaynak kullanıldığı ve doğaya ne kadar zarar verildiği, ürüne ne kadar ihtiyaç duyulduğu, sürdürülebilir bir ürün olup olmadığı ve o ürün için harcanan emek ile zamanı da anlatmak gerekir ki, bilinçli ve ileriye dönük bir toplum bilinci ve dolayısıyla bir iş ekosistemi oluşabilsin.

  Onur Ünlü

Escon Enerji CEO’su

“Enerji Verimliliği Ticarette Kritik Rol Üstlenecek”

Küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 75’inin kaynağı olan enerji; iklim değişikliğinin etkileri ve dünya genelinde yaşanan arz, güvenlik, maliyet sorunlarıyla birlikte hem ülkelerin hem de şirketlerin öncelikli gündem maddelerinden biri haline geldi. Enerjide yaşanan bu sorunların çözümünde ise atık ısının geri kazanımı, soğutma, iklimlendirme, pompa ve fan gibi yoğun elektrik tüketen sistemlerin modernizasyonu ve otomasyonu ile enerji tüketimini azaltmayı sağlayan enerji verimliliği kritik rol üstleniyor. Öyle ki 2040 yılına kadar ihtiyaç duyulan emisyon azaltımının yüzde 40’ının enerji verimliliğinden sağlanacağı öngörülüyor.

Türkiye sanayisinde enerji verimliliğine yönelik ciddi bir bilinç oluştu ama yatırımlar daha ziyade yenilenebilir enerjiye yapılıyor. Halbuki enerji verimliliği ile yenilenebilir enerji yatırımları farklı konular. Bir işletmede yenilenebilir enerji yatırımı yapıldığı zaman, tüketilen enerjinin kaynağı değişir. Örneğin, önceden fosil yakıt kullanılıyorken bu yatırımla birlikte artık güneş gibi temiz bir kaynaktan enerji sağlanır. Ancak bu durum her ne kadar işletmenin enerji maliyetini düşürse ve temiz bir enerji kaynağı sağlamış olsa da kullanılan enerji miktarını değiştirmez yani yine aynı miktarda enerji tüketilir. Oysa önce enerji tüketimini düşürmek gerekiyor. Çünkü enerji verimliliği kapsamında yapılacak yatırımlar ile uygulamanın türü ve kapsamına göre enerji tüketimini yüzde 20 ile 50 arasında azaltmak mümkün.

Enerji tüketimini azaltmak özellikle AB ile ticarette Türk firmalarının rekabetçi olabilmeleri için kritik öneme sahip. Enerji verimliliği, karbon nötr ekonomiye geçiş sürecinde tüm dünyada hayata geçirilen politikaların odağında yer alıyor. AB’nin 2030 yılına kadar enerji tüketimini yüzde 11,7 azaltma hedefi, ABD’nin enerji verimliliği ve enerji dönüşümü için 900 milyar dolarlık bütçe ayırması da bunu gösteriyor. Dolayısıyla enerjiyi temiz kaynaklardan sağlamak çok önemli ancak yeterli değil. İhracat pazarlarında yer alabilmek, kaynak verimliliğine ve döngüsel ekonomiye katkı sağlamak için enerji verimliliği sağlayarak tüketimi azaltmak şart. Aksi halde, rekabetçiliğimizi kaybedebiliriz. Aslında Türkiye, 2022 yılı verilerine göre yüzde 2,7 ile dünyanın en yüksek enerji verimliliği oranına sahip ancak 2021 yılı Eurostat verilerine göre, enerji yoğunluğumuz AB ülkelerinden yaklaşık yüzde 28 daha fazla. Bu da enerji yoğun sektörlerimizin fazlalığını gösteriyor. Enerji yoğunluğu da ancak enerji verimliliği çalışmaları ile azaltılabilir. Özellikle sınırda karbon düzenlemesi mekanizması da göz önünde bulundurulduğunda, enerji verimliliğinin ticaret için önemi daha net bir şekilde ortaya çıkıyor.

Nazlı Akyüz

Siyaset Bilimci, UNESCO Kürsü Koordinatörü, Akademisyen

“Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’na Erişmek için Toplumsal Kültür Oluşturulmalı”

Demokratik ülkelerde toplumlar siyasi kararların tam da merkezindedirler. Karar mercilerinde kimlerin olacağını ve yapının nasıl şekilleneceğini seçtikleri politikacılarla belirlemiş; siyasi çizgilerini desteklemiş ve alınacak kararları önceden onaylamışlardır.

2030 Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları oy birliğiyle kabul edilmiştir, yani tüm üyeler tarafından bu hedeflerin gerçekleştirileceği taahhüt edilmiştir. Söz verilmiştir. Bugün görüyoruz ki, hedeflerin gerçekleştirilmesi bir kenara dursun, durma, gerileme ve hiç gelişme gözlenemeyen başlıklar hâlâ mevcut; açlığa son, yoksulluğa son, toplumsal cinsiyet eşitliği, temiz su ve sanitasyon gibi. Peki neden? Çünkü devletler, ekonomik ve sosyal problemlere ve siyasi istikrarsızlıklara ek olarak oluşturamadıkları “toplumsal kültür” sebebiyle verdikleri sözün arkasında duramamış oluyor. Ne mikro ne de makro seviyede bir birleşme, bir iş birliği sürdürülebilirlik özelinde gerçekleşmiyor. Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’na erişmek için bir kültür yaratılmak zorundadır; bu kültür duyarlılık, farkındalık ve bilinç ile kendini daima canlı tutma, öğrenme ve öğretmeyi beraberinde getirerek iş birliği sağlama işlevi görmek zorundadır. Bu kültürü kalan yedi yılda tamamen yaratmak mümkün değil ancak kaynaklar zorlanmalı, üzerine eğilmeli, altyapısı güçlendirilmeli ki en yakın zamanda toplumlarda bu kültür yaygın hale gelebilsin. Aksi halde, hangi yıl hedefiyle sürdürülebilirlik hedefleri üzerine sözler verilirse verilsin pratikte gerçekçi olmayacaktır.

Salih Keskin

Kültür Üniversitesi Öğretim Üyesi, İnovasyon Koçu

“Teknoloji Sürdürülebilirliğin Katalizörü Haline Geldi”

Girişimcilik, tüm dünyada evrilen bir olgu olmakla beraber dünyanın geleceği için değiştirici bir rol de üstlenmiş durumda. Teknolojinin daha faydacı ve etki anlayışı üzerinden okunmasına imkan tanıyan girişim ekosistemi, bugün sürdürülebilirlik ve iklim krizi konularının somutlaşması noktasında çok önemli bir katalizör haline geldi.

Ülkemiz, beyin florası açısından son derece zengin olmasına ve girişim alanında birçok inovatif ve geleceğe değer katacak fikirlere sahip olmasına rağmen, bunları ürüne dönüştürme konusunda maalesef, çok zayıf ve küresel ile kıyasladığımızda çok geride olduğumuzu söylemek lazım. Son yıllarda özel sektör bu alana yoğunlaştı ve kamunun da güzel teşvikleri var ama buradaki temel sıkıntı; kamudaki teşviklerin denetlenebilirliğinin zayıf olmasından kaynaklı bütçelerin doğru yere aktarılamaması, iş dünyası tarafında ise nasıl ve hangi fikre yatırım yapacağını bilememe sorunu var. Dolayısıyla rasyonel bir teşvik sistemine, ekosistem bilincine ve elbette Ar-Ge merkezi sayımızı artırmaya ihtiyacımız var.

Dünyayı sıkı bir şekilde takip etmeli, kendimize uygun örnekler üretmeliyiz. Bir zamanların taklitçisi olarak lanse edilen Kore ve Çin’in bugün geldiği nokta takdire şayandır. Bunu yapabilecek potansiyele sahibiz. Açıkçası, Türkiye’de hâlâ bir Silikon Vadisi’nin olmaması asıl şaşırtıcı olandır.

Sürdürülebilirliğe giden yolda yenilikçi teknolojiler etrafında şekillenmiş yeni iş modellerine ihtiyaç olduğu artık raporların da sonuçlarına yansıyor ve bu noktada bugüne dek konvansiyonel yöntemlerle hareket etmiş şirketlerin daha dijitalize ve geleceğe dönük düşünen zihinlere ihtiyacı bulunuyor.

Reformasyon, dijitalizsyon, dekarbonizasyon bugün en fazla dillendirdiğimiz, üzerine en fazla düşündüğümüz ve yatırım yapmamız gereken konular. Ve genç kuşak, bu üç alanı da sahiplenmiş durumda; ticari değil, gönüllü olarak bunu yapıyorlar çünkü gelecekleri bu üç kavram tarafından şekilleniyor. Dolayısıyla gençlere ve onların daha yaşanabilir bir gelecek için üreten zihinlerine yatırım yapmamız şart.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir