Ali Çağatay: “Fosil Yakıt Kaynaklı Üretimin Pazarının Olmayacağı Bir Dünyaya İlerliyoruz”

 “İklim değişikliğine neden olan sera gazları için çıkarılmış ve emisyon kaynaklarına tahsis edilmiş emisyon izinlerinin alınıp satıldığı karbon borsasında, çok kirletenler az kirletenlerden dezavantajlı olacak çünkü metreküp başına belirlenecek bir ücretle karbon almak zorunda kalacaklar.”

Sürdürülebilirlik kavramı dünyanın gündemine son 30 yılda girdi; son 10 yılda hız kazandı ve önümüzdeki 30 yılda ise çok daha fazla konuşacağımız bir alana dönüşüyor.

Geride bıraktığımız 10-15 senelik süre zarfında, teknolojinin de ilerlemesi ile karbon emisyonu konusunda önemli bir vatandaş bilinci oluşmaya başladı. Ancak ülkemizin bu alanda elini taşın altına koyması gereken tüm aktörlerini birlikte ele aldığımızda iyi bir yol alabildiğimiz ve ne kadar hızlı davranabileceğimiz ile alakalı net bir şey söylemek mümkün değil. Hepimizin malumu olan bir konu üzerinden örnek vermek gerekirse; kuzey ülkelerinde elektrikli araç penetrasyonu yüzde 80’lerde. Avrupa, 2035 yılına geldiğinde benzinli araç üretilmeyeceğini söylüyor. Bu açıdan baktığımızda yeterince iyi durumdayız demek zor.

Ancak şu da bir gerçek ki; yine aynı Avrupa, son yıllarda elektrikli araçlar dışındaki otomobil modellerinin üretimini üçüncü dünya ülkelerine kaydırmış durumda. Böylece daha karbonsuz bir kıta taahhüdünü yerine getirmeye çalışıyor. Bu ne demek diye sorabilirsiniz ya da neden üzerine konuşulmalı diye.

Bundan 20-30 sene sonra dünya, şimdiden adını duymaya başladığımız bir sisteme hazırlanıyor: Karbon borsası. Bu borsanın 2030 yılında 50 trilyon doları bulabileceği söyleniyor. İklim değişikliğine neden olan sera gazları için çıkarılmış ve emisyon kaynaklarına tahsis edilmiş emisyon izinlerinin alınıp satıldığı bu borsada, çok kirletenler az kirletenlerden dezavantajlı olacak çünkü metreküp başına belirlenecek bir ücretle karbon almak zorunda kalacaklar.

Diğer yandan şunu da belirtmek lazım; karbon nötr ile karbon negatif birbirinden farklı konular. Karbon nötr olmak herkesin yakalayabileceği bir seviye ama karbon negatif bambaşka bir şey. Örneğin, dünyanın en büyük kömür üreticileri olan Avustralya ve Yeni Zelanda’nın bu kömürü kendi sınırları içinde üretmeden satması karbon nötr noktasında sağladıkları bir avantaj. Kendisi sattığı bu kömür sebebiyle eksiye düşmezken, kömürü satın alan ülke eksiye düşmüş oluyor. Bu da alıcı ülkelerin karbon borsasındaki dezavantajlarını vurguluyor.

Bu borsasın tam olarak nasıl kurulacağı, nasıl şekilleneceği henüz belli değil ama dünyanın en büyük ekonomileri tarafından yönetileceğine şüphe yok. Burada Amerika ve Çin öne çıkıyor ki, asıl liderin Çin olacağını düşünüyorum. Çin, karbon emisyon borsasına yönelik çok ciddi çalışmalar gerçekleştiriyor. Doğaya en fazla zarar veren tüm sektörleri daha sürdürülebilir hale getiriyor, kömür santrallerini kapatıyor ve yenilenebilir enerjinin payını her geçen gün artırıyor.

Fosil yakıta bağımlılığı ortada olan Türkiye ise şu anki senaryoda dezavantajlı ülkelerden biri. Bu da ekonomik olarak önemli bir yük anlamına geliyor. Diğer yandan en büyük ticaret partnerimiz olan Avrupa Birliği (AB), 2035 ile beraber karbon sıfır olma hedefini çoktan açıkladı, bunun anlamı sadece sera gazı üretmekle kalmayacak, aynı zamanda üreten ile ilişkilerini de sınırlayacak, hatta bitirecek.

Biz demir, çelik, çimento gibi birçok ürünü fosil yakıtlarla üretiyoruz. Bizim acilen tüm tesis ve sektörlerimizi yenilenebilir enerji sistemine geçirmemiz gerekiyor, kaldı ki bu alanda çok ciddi bir potansiyele sahibiz.

Kısaca, artık fosil yakıt kaynaklı üretimin bir pazarının olmayacağı bir dünyaya doğru ilerliyoruz ve ülke olarak henüz yeteri kadar hazırlık yapmış değiliz.

“Ana Akım Medya Farkındalık Oluşturmada Yetersiz”

Sürdürülebilirlik, iklim krizi, karbon nötr, döngüsel ekonomi, sıfır atık son 10 yılımızın en kapsayıcı kavramları. Her biri küresel bir anlayışla ele alınması gereken ve sadece hükümetlerin, şirketlerin değil, toplumların da dahil olması gereken bir süreci tanımlıyorlar. Bu noktada en önemli görevlerden biri hiç şüphesiz, medyaya düşüyor. Ve bu farkındalığı, bilinci ve yol haritasını aktarırken mikro değil, makro bir çerçeve çizmeli. Ancak maalesef, bizim medyamız, günübirlik haberlerle vakit geçiriyor. Ana akım medyamız iklim krizi, sürdürülebilirlik konularını sürekli bir başarı hikayesi ya da olumlama üzerinden aktarma çabasında ancak biz artık sürecin karanlık tarafındayız, olumsuzlukların hızla arttığı ve bunları daha yüksek sesle konuşmamız gereken bir süreçteyiz.

Bu açıdan bakıldığında, medyamızın takındığı bu tavır ile toplumsal bir çevre bilinci oluşturmamız mümkün değil. Dolayısıyla buradaki en büyük ümit, alternatif medya. Fakat alternatif medya yalnızca haber üretmek, doğru bilgiyi aktarmakla kalmamalı; sahaya inip hem yerinde bilinçlendirmeli hem de gerekirse testlerle ölçümler yapılmasına olanak tanınmasını sağlayıp farkındalık sürecini pratik hale getirmeli.

Ticaret Bakanlığımız organize sanayi bölgelerini bizzat kontrol ve test etmeli; sanayi bölgelerine ve şirketlerine yönelik gerçekçi hedefler belirlemeli. Tüm bunlar sıkı denetimlere tabi olmalı. Gerekirse karbon ayak izi, karbon negatif için endeks çalışmaları yapılmalı. Alternatif medya, tüm bunlar hayata geçirilirken bir iletişim koordinatörü gibi orada görev almalı.

Ayrıca sürdürülebilirlik konusunun hızlı bir şekilde müfredata girmesi ve ilkokul sıralarında aşılanacak bir farkındalık eğitimine dönüştürülmesi temel önceliklerden biri haline getirilmeli.

Belediyelerin “çöp değil atık” anlayışını bireylere aşılamada önemli bir görevi var. Belediyelerimizin, atık tesislerinin sayısını ve kapasitesini artırması ve her bir atığın kaynağında toplanıp yeniden ekonomik döngüye dahil edilmesini teşvik etmesi gerekiyor.

Bu zincir olmazsa belirttiğimiz 2030, 2050 hedeflerine ulaşmamız pek mümkün görünmüyor. Evet, İran’dan, Ürdün’den, Mısır’dan, Endonezya’dan, Irak’tan iyiyiz ama Kanada, Almanya, Hollanda’dan çok kötüyüz ve bizim oynadığımız lig burası. Birkaç yıl içinde bu ülkelerle aynı konuma gelemeyeceğimiz kesin ama şimdiden çalışmaya başlarsak, en azından kısa bir süre içinde aradaki mesafeyi kapatabiliriz. Dolayısıyla bu ülkelerle ticaretimizi devam ettirme şansımız varlığını korur.

Türkiye sınırları dışına çıkıp dünyaya bakacak olursak, sürdürülebilirlik ve iklim krizinin dünyanın geneli için güçlü bir gündem maddesi ama bir o kadar da zayıf bir pratiklik alanı olduğunu görürüz. Paris İklim Anlaşması, Birleşmiş Milletler 17 Sürdürülebilir Kalkınma Amacı, AB Yeşil Mutabakatı… COP’un 28’incisini yapacağız. Hepsinde hedefler konuldu, sınırlar çizildi, yapılması gerekenler listeleri yapıldı. Ancak baktığımızda dünya genelinde bir arpa boyu yol alamadığımızı raporların sonuçlarından görebiliyoruz. Dolayısıyla en tepenin bu kadar zayıf kaldığı bir yerde medyanın neden bu kadar başarısız olduğu da anlaşılabilir.

“Sürdürülebilirlik Süreci Sosyo-Ekonomik Bir Test”

Ana akım medya, son yıllarda büyük bir deformasyon yaşadı. Topluma doğru bilgileri verme, yönlendirme, kültür ve bilinç oluşturma noktasında sınıfta kaldı. Bundan dolayı da sosyal medya, internet gazeteciliği gibi platformlar büyük anlam kazandı. Ve belki de günümüz dünyasında en büyük şansımız medya kavramın yerellikten çıkıp küreselleşmesi. Bugün dünyanın herhangi bir yerinde olup bitenden haberdarız. Ve bu durum, sürdürülebilirlik ve iklim krizi konularının en azından birileri için sahiplenilmesini sağladı: Z kuşağı tarafından. Dijitalin içine doğan ve geleceğin dünyasının sakinleri olan bu jenerasyon, dünyanın dört bir yanından sesini yükseltiyor ve bunu da alternatif medyaya borçluyuz.

Diğer yandan Z kuşağının bu çabasını takdir etmekle kalmamalıyız, toplumun diğer jenerasyonlarının da bu işin bir parçası olması lazım. Maalesef, bu noktada da bir başka eğitsel boşluk söz konusu; dijital okuryazarlık. Günümüzde artık okuyup yazabilmek yeterli değil, kendimizi ve edindiğimiz donanımı teknolojik şekilde revize etmeliyiz. Bu noktada gençler tersine mentorluk anlayışı ile mevcut jenerasyonu eğitme görevini de üstlenebilir.

Ancak şunu da belirtmeden geçmemek lazım; sürdürülebilirlik ve iklim krizi süreci aynı zamanda sosyo-ekonomik bir test. “Bugün geçim derdinde olan, ekonomik anlamda kendini var edememiş birine bunu ne kadar aktarabilirsiniz” sorusunu da sorup ona göre hareket etmeliyiz.

“Sürdürülebilirlik Ekonomik Bir Süreç”

Sürdürülebilirlik her ne kadar bir çevre ve gezegen sorunu gibi görülse de aslında yaşamımızın her bir evresini rahatsız ediyor; enerji, gıda, iş, sağlık… Kısacası ekonomik bir olgu. Çünkü sürdürülebilir hedefler koymak demek bir dönüşümü işaret ediyor ve bu dönüşüm ekonomik bir paket gerektiriyor. Ülkemiz açısından bakacak olursak, yüzde 99’undan fazlasını KOBİ’lerin oluşturduğu iş dünyamızda bahsettiğimiz bu dönüşümün sağlanabilmesi için kaçınılmaz bir kamu desteğine ihtiyaç var. Altyapımızın, enerji sistemlerimizin, üretim şekillerimizin değişmesi ve sürdürülebilir iş modellerinin oluşturulması için kamunun işletmeleri ekonomik açıdan desteklemesi gerekiyor.

 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir