Rasyonalizme göre bilginin kaynağı akıldır ve bilgi yalnızca akılla elde edilir. Bireyler ve kurumlar bir gün içinde onlarca karar verirler. Peki, bu kararları verirken ne kadar rasyonalist davranıyoruz? Stuart Sutherland “İrrasyonalist” adlı kitabında “Aristo beni affetsin ama irrasyonel davranış nadir olan değil, aksine normal olandır” diye başlıyor ve bunun böyle olduğunu gösterebilmek için günlük yaşam ve mesleklerden verdiği örneklerle kararlarımızı rasyonel değil, çoğunlukla irrasyonel verdiğimizi açıklıyor. Bu, felsefi olarak, insan doğasının ve zihinsel süreçlerin derinlemesine bir sorgulamasını gerektirir.
Deneysel psikoloji çalışmaları yapan bilim insanları Daniel Kahneman ve Amos Tversky, 1965 yılından itibaren insanların karar süreçlerini araştırarak insanların karar verirken sistematik hata yaptıklarını pek çok deney ve araştırma ile açıklayan ve “homo economicus” modelini sarsarak modele en önemli eleştiri getiren kişiler oldular. Bu araştırmalar, insan doğasının karmaşıklığını ve rasyonalizmin idealize edilmiş doğasının sınırlarını ortaya koyar.
Daniel Kahneman’nın 2011 yılında Amos Tversky anısına yayımladığı “Hızlı ve Yavaş Düşünme” adlı kitapta, 1970’li yıllarda sosyal bilimciler; insan doğası ile ilgili iki fikri kabul etmişlerdi: Birincisi, insanlar genelde rasyoneldir ve düşünceleri mantıklıdır. İkincisi; korku, sevgi ve nefret gibi duygular insanların rasyonellikten saptıkları durumların büyük bölümünü açıklar. Daniel Kahneman ve Amos Tversky, her iki varsayımı da sorgulayıp düşüncelerdeki sistematik hataları belgeleyerek bu düşüncenin duygular tarafından sapmasına değil, bilişsel mekanizmanın tasarımına bağlamışlar. Yazarlar insan beynini, sistem 1 ve sistem 2 olarak ayırıp her iki sistemin nasıl çalıştığını anlatmışlardır.
Sistem 1: Hızlı ve sezgisel düşünmedir. Kendini duygulara bırakma, değerlendirme yapmadan hareket etmektir.
Sistem 2: Yavaş düşünme, hesaplayan beyni devreye sokma, analiz yapmadır. Akılcı düşünme, iç disiplin ve kendini kontrol demektir.
Her iki bilim insanı; sistem 1’in yanlılıkları, sistem 2’nin akılcı düşünmeyi gösterirken, sistem 1’in desteği ile sistem 2’nin geliştirebileceğini anlatıyorlar.
Karar almada önyargıların irrasyonalist bir davranış olduğunu bize Hale Etkisi açıklamaktadır.
Önyargılar ve Yanılgılar: Hale Etkisi
Hale Etkisi, bizi rasyonel karar vermekten uzaklaştıran bir bilişsel yargıdır ve bu etkinin altında kalan bireyler bu yüzünden hatalı yargıya vardığından tamamen habersizdir.
Bu bilişsel yanılgı, karar alma süreçlerimizde derin etkisi olan ve farkında olmadan bizi irrasyonel yargılara sürükleyen bir tuzaktır aynı zamanda. Felsefi açıdan ele alındığında, Hale Etkisi, insanın algısal ve bilişsel mekanizmalarının ne kadar kırılgan ve yanıltıcı olabileceğini gözler önüne serer. Hale Etkisi, özellikle karar alma süreçlerinde belirgin hale gelir. Örneğin, iş hayatında bir yöneticinin bir çalışanın dış görünüşüne, onunla ilgili diğer insanların söylemlerine veya ilk izlenimine dayanarak iş yetkinliklerinin ve kişiliğinin değerlendirmesi, bu etkiye örnek gösterilebilir. Bu yanılgı, çoğu zaman kişinin objektif değerlendirmeler yapmasını engeller ve potansiyel olarak doğru ve adil kararlar almasını zorlaştırır.
İnsan zihni, karmaşık ve çok katmanlıdır ve doğru kullanıldığında da büyük bir güçtür ancak bu gücü doğru kullanabilmek için Hale Etkisi gibi bilişsel tuzakların farkında olmalı ve onlara karşı tetikte olmalıyız. Hale Etkisi ile başa çıkmanın diğer bir yolu da sürekli olarak kendi algılarımızı ve yargılarımızı sorgulamaktan geçer.
Otoriteye İtaat: Milgram Deneyi
İtaat etmenin nasıl yıkıcı irrasyonalist bir davranış olduğunu sosyal psikolojinin meşhur Milgram Deneyi gözler önüne sermektedir: Milgram deneyi, insanların otorite sahibi bir kurum ve kişinin isteklerine, kendi vicdanı değerleriyle çelişse bile itaat etmeye ne kadar istekli olduklarını ölçen bir sosyal deneydir. Yale Üniversitesi profesörlerinden Stanley Milgram tarafından yapılan bu deney, cezalandırmanın öğrenme üzerindeki etkisini araştırmıştır. Deneyde yer alan öğrenci ve öğretmeler farklı meslek gruplarından ve gazete ilanı ile seçilmişlerdi. Öğretmen ve öğrenciler ayrı odalarda bulunuyorlardı ve öğretmenlere öğrenciler her hata yaptığında 15 volttan 450 volta kadar elektrik şoku vermeleri söylendi. Aslında şok filan yoktu ama işbirlikçi öğrenciler 75 volta geldiğinde bağırmaya ve sızlanmaya başladılar. Şokun düzeyi artıkça öğrenciler acı içinde yalvarmaya başladı fakat öğretmenler elektrik şokunu artırmaya devam ettiler. Manzara acımasız ve moral bozucuydu; öğretmenin yüzündeki ifade sertti ve öğrencinin çığlıklarına rağmen değişmiyordu.
Otoriteye itaat, insanın sosyal yapısının ve toplumsal düzenin bir parçasıdır. Ancak, Milgram Deneyi, bu itaatin tehlikeli boyutlara ulaşabileceğini ve bireylerin kendi ahlaki değerlerine aykırı eylemler gerçekleştirebileceğini ortaya koyar. Bu durum, insanın akıl ve mantık kapasitesinin sınırlarını zorlayarak duygusal etkilerin ne kadar güçlü olabileceğini gösterir.
Deneyin sonuçları, bireylerin kendi vicdanları ve ahlaki değerleriyle çelişen emirler aldıklarında, itaat etme eğiliminde olduklarını ve bu itaatin tehlikeli sonuçlara yol açabileceğini göstermektedir. Bu bağlamda, rasyonel düşünce ve bireysel etik değerler, otoritenin gücünü dengelemek için kritik bir rol oynar. Özellikle iş dünyasında ve otoriter rejimlerde, bireylerin otoriteye sorgusuz sualsiz itaat etmesi, etik ve ahlaki sorunlara yol açabilir. Bu nedenle, bireylerin otoriteye karşı eleştirel bir bakış açısı geliştirmesi ve kendi etik değerlerini koruması büyük önem taşır.
Sosyal Rollerin Etkisi: Stanford Hapishanesi Deneyi
Sosyal statülerimizin kişiliğimiz ve davranışlarımız üzerindeki etkileri ise Stanford Hapishanesi Deneyi ile incelenebilir. Philip Zimbardo’nun 1971 yılında sosyal rollere karşı insanlara verdiği tepkiyi gözlemlediği Stanford Hapishanesi Deneyi her açıdan etkili irrasyonel davranışların olduğu bir sosyal deneydir.
Stanford Hapishanesi’nin alt katına kurulan sahte bir hapishanede iki hafta süren ve 24 üniversite öğrencisinin denek olarak kullanıldığı deneyde bazı öğrencilere gardiyan bazılarına mahkûm rolü verilmiştir. Gardiyanlara mahkûmlara mümkün olduğunca sert davranmaları ama fiziksel şiddet uygulamamaları istenmiştir. Tüm kurgu; kıyafetten kullanılan ekipmanlara kadar çok gerçekçiydi. İlk gün sorunsuz geçse de ikinci günden itibaren ortalık karışmaya başladı. Mahkûmlar gardiyanların sözünü dinlemiyordu ve gardiyanlar da role o kadar kendilerini kaptırmışlar ki inanılmaz sadist ve sert davranmaya başladılar. Deney altıncı günde son bulmak zorunda kaldı çünkü ortalık o kadar karıştı ki Zimbardo bile ne yapacağını şaşırmıştı. Deney o kadar tartışıldı ki, üç tane filmi çekildi.
Kişiliğimiz ve davranışlarımızı sosyal statülerimiz kontrol eder. İş hayatındaki sosyal statülerimizi bu deney üzerinden ele alacak olursak; çoğumuz üstümüze yüklenen rolleri nasıl da içselleştirip etrafımıza ne şekilde zarar verdiğimizi fark edebiliriz. Yukarıda anlattığım iki deney de insanın kör noktalarına ışık tutmuştur. Deneylerdeki denekler irrasyonalist davranışlar sergilemişler ve sistem 1 ile hareket etmişlerdir. İnsanoğlu ne tamamen iyi ne tamamen kötüdür. Elinde güç olup bunu kötüye kullanmayan, iyilik için kullanan insanlar da vardır tabii ama hayatta bize biçilen roller, Kahneman’ın sistemi 2’si gibi değerlendirirsek bizi rasyonel davranmaya iter.
Bilim ve Sanat Temelli Bir Denge
Yıllar boyunca duygu ve düşüncenin etkisinde verilen kararlardan hangisinin sağlıklı olup olmadığı ile alakalı tartışmalara, felsefik bakış açılarına, deneylere, testlere tanık olduk. Ancak bugün geldiğimiz noktada, “dijital çağda, başarıya ulaşmanın gizli anahtarı, rasyonelizm ve irrasyonelizm arasındaki dengeyi kurabilmektir” diyoruz. Yukarıdaki örnek vakalardan da görüyoruz ki; irrasyonel sezgilerin rehberliğinde hareket etmek bizde kaotik belirsizlikler yaratırken, rasyonel düşünce ise sınırlar yaratır. İşte bu nedenle, rasyonel ve irrasyonel düşüncenin mükemmel bir uyum içinde dans etmesi, modern dünyanın karmaşıklığına ayak uydurabilmenin sırrıdır.
Yıllar içinde zekayı tamamen mantık ve akıl açısından tanımlama konusundaki bu anlaşmazlıklar sonunda duygusal zekâ kavramının ortaya çıkmasına yol açtı. Duygusal zekâ terimi 1990 yılında sosyal psikolog Peter Salovey ve kişilik psikoloğu John Mayer tarafından ortaya atıldı. Duygusal zekayı, kişinin kendi ve başkalarının hislerini ve duygularını izleme, bunlar arasında ayrım yapma ve bu bilgiyi kişinin düşünce ve eylemlerini yönlendirmek için kullanma yeteneği olarak tanımladılar.
Günümüzde rasyonalizm ile irrasyonalizm arasındaki tartışma hâlâ devam ediyor. Ancak duygusal zekâ kavramının ortaya çıkışı, bu iki karşıt felsefeyi, birinin diğerini tamamlaması anlamında bir araya getirmede güçlü bir rol oynadı ve orta yolun başarının anahtarı olduğuna kanaat getirdi.
Bilimsel araştırmalar da rasyonel ve irrasyonel düşüncenin birleşiminin sadece bireysel başarımızı değil, aynı zamanda kurumsal performansımızı da nasıl artırabileceğini gösteriyor. Harvard Business Review’da yayınlanan “Data and Intuition: Good Decisions Need Both” (Veri ve Sezgi: İyi Kararlar İkisini de Gerektirir) isimli makale analitik zekayla sezgisel zekanın birleşiminin, liderleri ve kurumları zirveye taşıdığını gösterirken; Stanford Üniversitesi akademisyenleri, “The Science of Innovation Management” (İnovasyon Yönetimi Bilimi) adlı çalışmasında inovasyonun irrasyonel düşünce kıvılcımlarından doğduğunu, bu kıvılcımların rasyonel yöntemlerle desteklenmesi gerektiğini vurguluyor.
Bu dengeyi kurabilmek, sadece iş hayatında değil, yaşamın her alanında kritik öneme sahiptir. İnovasyonun kalbinde yatan irrasyonel düşünce, rasyonel planlama ile birleştiğinde, sürdürülebilir başarının anahtarına dönüşür. İş dünyasında, bu denge stres yönetimi ve iş-yaşam dengesini koruyarak, uzun vadeli mutluluğu ve verimliliği artırır.
Rasyonelizm ve irrasyonalizm arasındaki dengeyi yakalayabilmek, bir bilim olduğu kadar bir sanattır. Bu denge, bireylerin ve kurumların potansiyelini maksimize eder, yenilikçi ve yaratıcı çözümler üretir. Kısacası, rasyonel aklın ve irrasyonel sezginin dansı, modern dünyada başarının ve mutluluğun en sağlam temeli. Bu dengeyi kurabilenler, sadece kendi yaşamlarında değil, etraflarındaki dünyada da fark yaratacak, geleceğin liderleri olacaklardır.
Dr. Arzu AYDIN